MEVLANA
TANRI’YA YOLCULUK
Yolculuk yaraşır ancak insana
Yolun sonu varıyorsa Tanrı’ya...
XIII. yüzyıla sevgi ve hoşgörü mührünü basan, zamanın ulusu Mevlânâ, bir gün medreseden çıkmış, etrafı hayranları ve çömezleri ile çevrili olarak atının üstünde bir bilgi anıtı gibi yavaş yavaş yol alıyordu. Yüzünde bilginlere yakışan ağırbaşlı bir vakar vardı. Şekerciler Hanının önünden geçerken birden derviş kılıklı bir adam yolunu kesti, çevik bir hareketle atının yularını tutarak, gözlerini Mevlânâ’ya dikti ve şöyle dedi:
-Ey bilginin somutlaşmış timsali! Der misin bana, hangisi daha büyüktür: Beyazıt-ı Bistami mi, yoksa Muhammed Mustafa mı?
-Elbette ki Muhammed Mustafa, diye yanıtladı soruyu Mevlânâ, bu da sorulur mu gibi bir edayla.
Ve Şems-i Tebrizi devam etti:
-İyi ama, Muhammed Mustafa, Tanrı için “Seni gereğince bilemedik, ey bilinmeyen” derken, Bistamlı Beyazıt “Kendimi kutlarım, şanım yücedir, ben sultanların sultanıyım” demektedir, ne dersin buna?
-Şunu derim ki, Beyazıt-ı Bistami’nin idrak kabı dardı, gönlünde Tanrı’nın bir belirişine erişince doldu taştı ve o kendinden geçiş içinde kendini Tanrı sandı. Oysa insanın hası ve insanlığın hülâsası Mustafa’nın idraki öylesine engindi ki, Tanrı’nın nice belirişine doymadı kanmadı, her seferinde bir yenisine susadı.
Şems bu cevap karşısında kendinden geçti ve Mevlânâ’nın kollarına düştü. O günden sonra bu ikisi bir oldu sanki. Soru çetin ve heybetliydi. Cevabı da ona denk bir güçteydi. İki denizin kucaklaşması gibi bir şeydi bu.
TESLİMİYET SINAVI
Mevlânâ Şems’i iyice tanıyınca, bilgisinin büyüklüğü, sevgisinin enginliği ve gösterdiği kudretler karşısında ona hayran oldu. Ve dedi:
“Ne olur beni de kendine benzet. Beni de sen gibi yak!” Bunun üzerine Şems, şöyle konuştu: “Sen zaten sevgi için seçilmişsin. Senin gönlünde bir aşk güneşi gizli. Şimdi bazı bulutlar ona perde oluyor. Eğer güneşin meydana çıkmasını diliyorsan, bütün bildiklerini unut ve bana tam teslim ol. Tıpkı toprağın çiftçiye teslim olduğu gibi... Zira aşk deryasında teslimiyet yelkeni açmadan yol alınmaz.” Mevlânâ bu teklife bütün kalbi ile “Kabul!” dedi. Ve Şems hemen ilk imtihanına başladı: “Öyleyse çarşıya git, bir şişe şarap al da, içelim...” Mevlânâ o güne kadar hiç içki içmemiş, daima içkinin haram olduğunu söylemiştir. Buna rağmen Şems’in söylediğinde mutlaka bilmediği bir hayır vardır diye derhal çarşıya koşar. Bir şişe şarabı alır. Hızlı hızlı geri dönerken çarşının en kalabalık yerinde şişe birden elinden kayar ve yere düşer. Mevlânâ kırılan şişenin başında öylece durur. Kalabalık başına üşüşür. Birde bakarlar ki dökülen şaraptan etrafa mis gibi gül kokulan yayılmaktadır. Mevlânâ anlar ki bu bir teslimiyet sınavıdır. Ve imtihanı kazanmanın sevinci içinde doğruca Şems’ine koşar...
ŞEMS GİDİYOR
Mevlânâ artık bütün vaktini, her şeyini Şems’e vermiş, ondan başkasıyla görüşmez olmuştur. Oysa taraftarları onun eskisi gibi kendileriyle beraber olmasını isterler. Bu bakımdan Şems’i, Mevlânâ’dan mahrum olmalarının sebebi olarak görür, çekemezler. Ve bunu her fırsatta Şems’e belli edip, onu üzerler... Şems bütün yapılanlara dayanıp katlandıktan sonra, bir gün karar vererek ansızın gözlerden kaybolur ve Konya’yı terk eder. Arkasında bir sevgili bırakarak yine yollara düşer. Yol boyunca habersizce ayrıldığı Mevlânâ’sını düşünür. Rüyalarında bile onun güzelim yüzünü görür...
BENSİZ GİTME, İSTEMEM
Diğer tarafta ise Şems’in Bu aniden kaçıp kayboluşu Mevlânâ’ya çok dokunur. Onu bulup geri çevirmek için çırpınır, durur. Aramaktan, çare araştırmaktan yorgun düşer. Ve sevgilisine sitem ederek nefes nefese seslenir:
Demek sen salına salına bensiz gidiyorsun ey canımın canı
Ey dostların canına can katan
Gül bahçesine böyle bensiz gitme, istemem.
Sen benimle beraberken
Hem bu dünya güzel bana, hem o dünya güzel.
İstemem, bensiz kalma bu dünyada sen.
O dünyaya bensiz gitme, istemem
Onlar sadece aşk diyorlar sana
Oysa aşk sultanımsın sen benim.
Ey, hiç kimsenin düşüne sığmayan dost,
Bensiz gitme, istemeM
BUNU UNUTMA, HATIRLA AMA
Mevlânâ şimdi Şems’inden uzakta durmadan onu anmakta, birlikte geçirdikleri unutulmaz günleri, o doyumsuz demleri bir bir hatırlamaktadır. Tek tesellisi bu tatlı geçmişi yeniden yaşamak olmuştur artık. Her hatırlayışta aşkı daha da artar, alevlenir. ister ki sevgilisi de, Şems’i de onu unutmasın ve hep hatırlasın.
Bir tatlı ömür gibi gitmeye niyetlendin
Ayrılık atına eyer vurdun inadına
Ama bizi unutma, hatırla ama.
Sana temiz dostlar, iyi dostlar, bağdaş dostlar
Yeryüzünde de var, gökyüzünde de var
Eski dostla ettiğin yemini, hatırla ama.
Bir deniz kesilen gözlerimin kıyısında
Bir aşk ovasını görmüştün hani
Safran dallarıyla, Ağustos gülleriyle sarmaş dolaş
Bunu unutma, hatırla ama.
Ey Tebrizli Şems.
Dinim aşktır benim, senin yüzünü gördüm gören
Benim dinim senin yüzünle övünür, ey sevgili
Bunu unutma, hatırla ama.
GEL NE OLUR, GEL ARTIK
Geceler ta sabahlara dek onu düşünür. Şems’in sevgisi gönlüne iyice siner. Ne aklı kalır, ne de kararı. İlle sevgilisini ister. Onsuz edemez olur. Yüzü sararmış, içindeki ateş arttıkça artmıştır. Gönül bülbülü gül yüzlü sevgilisinin özlemi ile yanık yanık ötmede, gel artık, gel artık diye feryat etmededir. Öyle ki daha fazla beklemeye dayanamaz. Ayağına diken bile batsa çıkarmak için gecikme, başın kille de dolsa yıkanmak için oyalanma der. Sevgilim, güneşim benim der, ne olur durma, gel artık. Allah aşkı için gel de hem ayrılıktan, hem gel demekten, her ikisinden de kurtar beni!...
Ne aklım kaldı benim
Ne kararım kaldı benim, ne sabrım
Gel ne olur, gel artık.
Ne gönlümün derdini sor bana,
Ne sararan yüzümü sor bana,
Ne içimin ateşini sor bana,
Gel gözünle gör, gel artık.
Başın kille ıslaksa da,
Ayağına diken batmışsa da,
Durma gel Allah aşkına
Gel demeden kurtar beni.
CANIMI VERDİM GİTTİ
Sevgilisini bulmaları için dört bir yana haber salar. Dostları etrafına toplar ve gidin der, gidin de her bir yanı arayın. Onu, o ay yüzlüyü bulun. Hiç değilse bir habercik olsun getirin ondan. Nerede bir kalabalık görürseniz hemen bağırın: “Güler yüzlü, tatlı sözlü, tez canlı, çevik bir kul gördünüz mü?” deyin. Yolda rastladığınız kimselere sorun: “İçinizde onun gül bahçesinden bir demet gül deren var mıdır?” diye. Kim ki bana ondan bir habercik getirir, söyleyin canım onun olsun! Canımı verdim gitti ona.
Nerde bir topluluk görürsen tellal,
Hiç durma bağır:
Kaçan bir kul gördünüz mü ey insanlar de!..
Tertemiz kokan bir kul gördünüz mü,
Ay parçası bir yüzü var,
Baştanbaşa fitne.
Nerde bir topluluk görürsen tellal,
Hiç durma sor:
İnce boylu, güler yüzlü, tatlı sözlü,
Tez canlı, çevik bir kul gördünüz mü?..
Sırtında bir al kaftan taşıyor.
İş ki çıksın bir habercik getirsin biri ondan bana tellal,
Çıksın biri ondan bana bir şeyler desin iş ki,
Söyle verdim canımı ona gitti, tellal,
Verdim canımı ona gitti.
GÜNEŞ GENE DOĞAR
Şems, bu dünyadan göçmüş, Mevlânâ’nın güneşi batmıştır artık. Gönül semasını kara keder bulutları kaplamıştır. Günler günü geceler gibi karanlık bir ömür sürer. Hep o kaybolan nuru arayıp durur. Ancak karanlığın en koyulaştığı bir anda, yücelerden esip gelen sevgi rüzgarı gönlündeki kara bulutları dağıtır. O kaybolan nur bu defa Mevlânâ’nın gönlünden olanca güzelliği ile doğar. Ve şimdi, bir aşk güneşi onun gözleri içinden bütün dünyaya gülümser, gün ışır, ortalık aydınlanır. İnsanlar için, kardeşler için yeni, taze ve güzel bir sabah daha başlar.
MEVLÂNÂ VE MESNEVÎ
Hüsameddin Çelebi, yol göstericisi Mevlânâ’nın, şöyle gönüllerin susuzluğunu gidereceği, Hak Aşıklarının pınarından kana kana içeceği bir eser yazmasını düşünür. Bunu gönülden diler. Ve bir gün bu niyetini Mevlânâ’ya açarak:
-Sultanım! Siz de şeyh Attar ve diğer büyükler gibi bir kitap yazarsanız, eseriniz hiç şüphesiz, bütün gönül erlerinin can yoldaşı olacaktır. Sizden bunu diliyorum. der.
Bunun üzerine Mevlânâ gülümseyerek elini sarığına götürür. Ve sarığının büklümünden bir kağıt çıkararak:
-Ya Hüsameddin! Benim içimden de böyle bir dilek doğdu. Ve yazmaya başladım bile. Al oku... diye kağıdı Hüsameddin Çelebi’ye verir. Bu küçük kağıtta ünlü Mesnevi’nin ilk 18 beyti yazılıdır. Çelebi, bu 18 beyti kendinden geçerek okumaya başlar. Mevlânâ da eserin yazılışına sebep olduğu için onu, şu iki mısra ile överek şanını yüceltir.
Cazibesi içinde sen gibi allamenin
Ünü dünyayı sardı bu Hüsaminame’nin
Mesnevi’nin bir adının da Hüsaminame olmasının nedeni budur. Fakat, bu isim pek revaç bulmamıştır Böylece Mesnevi ve Mevlânâ, biri diğerini hatırlatan iki isim olmuştur. Mesnevi, her beytin kendi arasında kafiyeli olması demektir.
Gelin şimdi, bugünkü dile aktardığımız bu 18 beyti yeniden dinleyelim:
DİNLE NEYDEN
Dinle neyden, kim, neler hikâyet etmede
Ayrılıklardan nasıl şikayet etmede
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri
Feryadımdan inler, kadın erkek her biri
Ayrılıktan parçalanmış bir gönül gerek
Ki açayım derdimi ona, iç dökerek
Yurdundan, aslından uzak düşen bir kimse
Buluşma demini arar bütün ömrünce
Ben ki, her toplulukta ağlayıp inledim
Kötüyü ve iyiyi de kardeşim bildim
Her biri dost oldu bana kendi fikrince
Aramadı kimse, ne sırlar var içimde
Değildir oysa sırrım feryadımdan uzakta
Fakat nerede o nur, her gözde ve kulakta
Ne can tenden, ne ten candan değil ki gizli
Canı görmeye ise, kimsenin yok izni
Yel değil, belki ateştir bu neyin sesi
Kimde yoksa bu ateş, yok olsun kendisi
Aşkın ateşidir ki, düştü ney içine
Coşup taştı bu kere, düştü mey içine
Yarinden ayrılana yar oldu ney sesi
Perdemizi yırttı onun gönül perdesi
Ney gibi zehir, hem panzehir var mı böyle?
Ney gibi dost, hem sır sahibi nerede söyle?
Ney der ki, bu yol gönül yolu, kanla dolu
Anlatır, hikaye eyler, aşık Mecnunu
Bu aşkın sır ortağı, deli ya da veli
Dile de kulaktan başka yoktur müşteri
Günler gam içinde vakitsiz soldu gitti
Günler ki, yana yakıla eridi bitti
Ko ki geçsin günlerimiz... korkumuz mu var?
Tek sen kal, ey tertemiz, eşi olmayan yar
Balıktan gayrı ne varsa suyuna kandı
Nasipsize günler gölge gibi uzadı
Olgun kişinin halinden hiç anlar mı ham
Öyleyse sözü, kısa kesmeli vesselam
4 Eylül 2009 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder